Dün başladığım Oliver Sacks’ın otobiyografisi “Hareket Halinde”yi okuyordum, biraz önceye kadar. Şizofrenili kardeşiyle ilgili bölümü bitirdiğimde bölümün draması beni çok etkilemişti. Farklı farklı düşünceler içinde yüzerken, düşündüklerimi blogumda tartışmak istedim. Tartışmak istediğim konular gerek hekimlerin gerek bireyin kan bağı olan “yakın” insanların, birey üzerindeki söz sahipliği üzerine.
Zaman zaman bilinci yerinde olmayan hastalar hakkında karar almak gerekir. Çevrede bireyin yakını varsa yakını, yoksa hekim heyeti bu kararı alır. Bu benim için makul bir mekanizmadır.
Ancak üç türde karar alma mekanizması hakkında içim bu kadar rahat değil. 1- Ölü bireyler hakkında ailelerin söz sahipliği 2- Çocuklar hakkında ailelerin söz sahipliği 3- Hasta bireyler üzerinde doktorların söz sahipliği.
Ölü bireylerin, hayattayken almış olduğu kararlarının ölümün ardından aile tarafından değiştirilebilmesi (veya en azından aileye teyit ettirilmesi) mevzuu organ nakilleri ve kadavra bağışı ekseninde düşündüğümde canımı sıkıyor. Türkiye’de hayattayken organ veya kadavra bağışı yapmış birey öldükten sonra -sanki yaptığı bağış boşunaymış gibi- organların bağışı için bireyin ailesinden rıza alınıyor. Bu anlayamadığım bir şey. Ölümden sonra eğer ailemin rızası alınacaksa ben bu kadar evrağı niye doldurdum, niçin hayattayken rızamı tasdikleme uğraşına girdim? Doldurmasam da pek tabii organ bağışı ihtiyacı olan hasta yakını veya doktor, ölen kişinin ailesiyle iletişime geçerek organ bağışı yapmasını sağlayabilirdi ölü bireyin.
Tipik bir Orta Doğu ülkesinde yaşıyoruz. Gerek sosyoekonomik sınıflar arasında gerekse nesiller arasında olan fikri yönden uçurumu tüm nesildaşlarım her gün iliklerine kadar hissediyordur diye düşünüyorum. Bu fikri farklarımız düşünüldüğünde bir önceki nesilden olan, çok farklı ortamda büyümüş aile bireylerimizin bizim için, bizim alacağımız türden bir karar alabileceğine inanmak pek çok üniversiteli arkadaşım için hayalden başka bir şey değildir.
Bunun canlı örneği de 2014’te intihar eden Mehmet Pişkin. Mehmet Pişkin bıraktığı intihar notunun 8. dakikasında bir vasiyet bırakıyor:
Herhangi bir dini inancım yok, Allah’a da inanmıyorum. Gömülmek istemiyorum… Kadavra yapsınlar, bilimsel araştırmalara versinler bedenimi, çocuklar iskeletimle oynasınlar… Olmadı balıklara atsınlar. Ama mezar istemiyorum, kesinlikle gömülmek istemiyorum!
İslam dininde gayrimüslim bir kişinin cenaze namazı kesinlikle kılınamaz! Ancak tek vasiyeti gömülmemek olan inançsız Mehmet Pişkin’in camiide kılınan namazın ardından toprağa gömülüyor. Nerden tutsan elinde kalıyor.
Bu bağlamdan baktığımızda bireyin, ölümünün ardından meşru söz sahiplerinin yine birey tarafından yaşarken belirlenmesinin önü açılması ve söz sahiplerinin birey beyanı dışında karar alınmasının önüne geçilmesi gerekiyor.
İkincil olarak değinmek istediğim konu çocuklar ve üzerinde söz sahibi olan aileler. Aslında kitabı okurken canımı sıkan olayın kaynağı da bu mevzuudur. Dediğim gibi tipik bir Orta Doğu ülkesiyiz. Ailelerimiz kabilecilik anlayışı etrafında şekillenmiş törelerle yani gelenekçi bir ideolojiyle büyümüş (çoğumuz için). Zannetmiyorum ki hiçbirimiz ailelerimizde bilimle zerre bağdaşmayan, nesilden nesile aktarılmasa kimsenin bilemeyeceği, eşit derecede bayat ve yanlış yöntemlerle (tedavi, cezalandırma, ödüllendirme, eğitim çeşitleri) karşılaşmamış olsun.
Bu aile içindeki “kafa” farkı çoğumuzu (en azından beni) istemediğimiz yollara soktu sonu istediğimiz kişilere dönüşmemizin engellenmesiyle biten. En basitinden çocukluk döneminde istediği hobileri edinmede sıkıntı yaşamamış arkadaşlarıma hep gıptayla bakardım. Ailem (okulda, okul saatlerinde düzenlenen tenis kursu hariç) sporla, müzikle ilgili tüm eğitilme isteklerimi reddetmişti. O dönem pik yapan astronomi şevkimle istediğim teleskop talebi yine reddedilmişti. 5. sınıftayken yazılım dili öğrenmeye başlamış, webmasterlık, photoshop, server yönetimi gibi şeylerde kendi başıma bir şeyler çıkarıyordum. (hatta bir defasında o dönemler yeni olan Bitcoine 200 TL olan bayram harçlığımla yatırım yapmak istediğimi babamla paylaşınca iyi bir azar işitmiştim.) O dönemde forumlarda ve Youtube hesabımda paylaştığım içerikler binlerce tıklanmıştı.
Tabi ailemin blokajı gecikmedi. Ders performansımın artması için kışın bilgisayarı yasakladılar (tamamen) , yazları da yatılı kuran kurslarına gönderdiler. Bilgisayar erişimimin kısıtlanması pratiğimin erimesine, gelişimimin durmasına sebep oldu. Yazılımda gelişirken aldığım bu darbe beni yazılıma küstürdü. O dönemden sonra ne zaman yeni bir yazılım dili öğrenmeye çalıştıysam hep yarıda bıraktığım bir kitaba dönme isteksizliği yaşadım.
Ailemin sıkıntısı, hayata bakış açılarının yalnızca dersten ve dinden oluşmasaydı. İnsanı, birey yapan şeyin meslek değil edindiği meziyetler olduğunu anlayamamışlardı. Zaman zaman o gün önümde duran değil de yanımda olan bir aileye sahip olsaydım bu gün nasıl biri olabileceğimi düşünüyorum istemsizce. Her seferinde öfke patlamalarıyla sonuçlanıyor.
İşte ailenin çocuk üzerindeki söz hakkının kötü etkilerini kendim üzerinden anlattım. Ancak bu sorunu çözebilmek devlet içi ciddi reformlar, eğitim, iyi bir ekonomi gibi uzun vadeli eylemler getirdiği için tartışmanın anlamsız olduğunun farkındayım.
Bir de ailenin hastalıklı çocuk üzerinde söz sahipliği var. Bunu aşı karşıtlığı üzerinden anlatırsam kolayca anlaşılacaktır. Bugün aileler, çocuklarının yaptırması gereken aşılardan “feragat” edebiliyorlar. Toplumsal sağlık sorunlarını bir kenara bırakalım. Sadece çocuğun sağlığına odaklanırsak bir bireyin istemi dışında zarar görmesi söz konusu. Sahip olduğu yüksek zekalı ailelerinin kararları ileride bu çocuklarının sakatlanmaları işten değil.
Türkiye’de yaşayan ailelerin ortalama eğitim düzeyi, entelektüel kapasiteleri göz önüne alındığında sahip olduğu yetkiler, en azından belirli medikal konularda, uzman heyetlere devredilebilmeli. Hiçbir çocuk aptal bir aileye sahip olduğu için sakatlanma riskiyle büyümemeli.
Son olarak bahsetmek istediğim konuysa doktorların hastaları üzerinde gerek yönlendirme gerek müdahale gücüyle olan söz sahipliği. Normalde alanında uzman olan doktorların hastaları hakkında söz sahipliğini normal karşılıyor olabilirsiniz. Ancak tıp tarihi incelendiğinde bilimin yanlışlanmaya ne derece müsait olduğu ortaya çıkacaktır. Tıp tarihi şizofrenili bireylere yapılan lobotomi, epilepsili bireylere yapılan corpus callosotomy, talidomid faciası gibi bir çok faciayla doludur. Bugün bir doktor, o günlerde textbooklarda yazan bazı genel geçer, doğruluğundan zerre şüphe edilmeyen tedavi rejimlerini uygulamaya çalışırsa bir daha doktorluk yapamaz.
Daha birkaç sene öncesine kadar doktora gittiğinizde reçetenizde antibiyotik hazır olarak geliyordu. Sonradan bu uygulamayla toplum sağlığına ne kadar ciddi hasar verildiği anlaşıldı da vazgeçildi bu uygulamadan. Buna benzer başka şey ise “Bende Şizofreni Başlangıcı Var” yazımda da bahsettiğim üzere psikiyatristler, antidepresanları dağıtmaktan çekinmiyorlar. Her reçetede ağrı kesici mutlaka yer alıyor. Bu durumun uzun vadede bireye ve topluma ne gibi zararlar vereceği konusundaysa fikirlerimiz çok kısıtlı. Bazı antidepresanlar kullanıma gireli 20 yıl dahi olmadı.
Doktorların kullandığı mevcut kabul gören tanı-tedavi yöntemlerinin ne kadar doğru olduğunu bilemediğimiz için doktorların tedavide sıkı bir eleyici mekanizmaya sahip olması gerekmektedir.
Bu sorun doktorların uğraşmak zorunda olduğu medikolegal sıkıntılar çözülerek, doktor sayısı arttırılarak, doktorların az ilaçla tedavi tercihine yönlendirilmesi sağlanarak çözülecektir.